Dua

Duanın mümine verilmiş en büyük ilahi hediye, en kıymetli anahtar, en nadide hazine olduğunu okumuştu eserlerden. Her şey Allah’tan istenecekti. Hadiste “Ayakkabılarınızın bağına varıncaya kadar Allah’tan isteyin” buyuruyordu. Hayvanının yemine- samanına kadar Allah’tan iste, versiyonu da vardı hadisin. Bugüne kadar öyle istekleri olmuştu ki, sayılacak gibi değil. Sağlık, iyi bir iş, huzurlu bir aile, sevgi dolu bir çevre, iyi bir ev, ayağını yerden kesecek kaliteli bir araba, kimseye el açmayacak kadar dolgun bir gelir… Ve daha neler neler…

Geriye dönüp bakınca, dua ile hayatında olağanüstü bir değişiklik olmadığını fark etti. Her şey aynı akışındaydı sanki. Bazen sorardı kendi kendine; “Nasılsa yazılanı yaşıyorsam, alnımda çekip götüren O ise, duanın anlamı ne ki?..”

“İsyan girdabına sürüklenmektense iyisi mi gene de duaya devam edeyim” dedi… Önceki gibi değildi dua şekli artık. Bir şey verilsin, bir talebi karşılansın diye dua etmiyordu. Aslında kırıktı gönlü. Duaya dair eserlerde bir dizi formüller vardı. Borç ödemekten zengin olmaya, iş bulmaktan baht açılmasına terkipler, vefkler, virdler neden kendinde işe yaramadı?..

Az mı zikir yapmış, gündüzleri cami ve türbe köşelerinde, geceleri seccadede az mı niyaz edip yakarmıştı. Değişmiyordu, hiçbir şey değişmiyordu işte… Böylesi çöküntü anlarında şeytanı vıdı vıdı etmekten geri durmazdı:

-Herkese veriiiiir, sana yooookkkk! Günahkârlara yağdırıyor, sen secde ediyorsun vermiyor işteeeee….Hahahaaaaaa…Hahahaahaaaa… Vermeyeceeeekkkk!

Hain şeytan. Fırsat buldu mu kaçırmazdı. Gözyaşlarına gücü yetti. Zaten başka ne yapabiliyordu ki?.. Ama ne zaman gözyaşları süzülse, iç dünyasında ferahlama hissederdi. Yağmur öncesi bunalım ve gerilimin rahmete dönüşmesi gibi, insan gönlünü rahatlatıyor, kalbini bereketlendiriyordu gözyaşları.

***

O soruyu gene sordu: “Bir şey değişmiyorsa niçin dua ediyorum?”

Aşkın Sultanı Mevlana seslendi: “Kardeş, sen dua nimetine yönelmeye bak! Kabul edilmiş ya da edilmemiş bundan sana ne?.. Dua edebiliyorsun ya, ona bak!”

Hz. Mevlana başka bir şey söylüyordu. Kabul ya da ret değildi duanın esprisi. Duanın kendisi nimetti. Öyle ya, huzuruna almış, el açtırmış, dil döktürtmüş, kulum demişti ya, bundan daha büyük nimet mi olurdu?.. Artık istek ve talep için dua etmemeliydi. İsteklerini söylese dahi, usûlen olacaktı, kilitlenmeyecekti o noktaya. Ve duasında şükrü öne alacaktı. O kadar çok nimet bahşetmişti ki Allah, hiçbirinin şükrüne insanın gücü yetmezdi. Zaten insanda güç mü vardı ki?.. Kudret de kuvvet de Ona aitti.

Dua şekli değişmişti. Şükrediyordu verilenlere. Sağlığı yerindeydi. Geçimi de. Çevresi ile arası da iyiydi. İdealleri gerçekleşmese de aç, açık değildi. Hem ideal, beklenti değil miydi?.. Beklenti, dünyevi boyuta çekerdi insanı. Dünyevi boyut; azabın ta kendisiydi. Hallerin en güzeli razı olmaktı.

Ama kafası karışıktı. Duada saklı bir kudret vardı. Bir anahtar vardı. Duası gerçekleşenlerin

hayatından pasajlar okudukça yine düşüyordu esfele. Şeytan eskisi kadar olmasa da gene

fısıldıyordu: “Sana vermeeeeezzzz!… Demedim miii verrrrmezzzz, bırak inadııııı?”

Şeytana bu defa prim vermedi. Soracak, araştıracaktı.

Yine başucundan ayırmadığı Mesnevi’ye gitti eli. Hz. Mevlana bu hali de açıklamalıydı.

“Peygamber değil ama kitabı var” denecek ölçüde Mesnevi dünya çapında ilgi buluyordu. Bu hali de açıklamalıydı. Hikâyeler arasında bir söz yakaladı:

“Padişahlar kendilerine menfaat için gelenlere hemen ihsan edip yol verirler. Sevdiklerine hemen vermez, bekletir, yanlarında tutarlar. İsteğin olmuyorsa üzülme, padişah seni sevmiş, yanında tutuyor ya, daha ne?...”

Bu da ayrı bir boyuttu. Allah, sevdiklerinin isteğini geciktirir miydi? Allah kendisini seviyor muydu? Nefse prim vermemek için direndi: “Yok canım daha neler?.. Allah’ın sevgili kulu olmak kiiim ben kiiim?..”

“Rabbim, Allah’ım” diye yalvarıyordu ama cevap geldiği falan yoktu. Veli zatlar cevabı da duyarmış. Kalplerine ilham olunurmuş gaybın sesi. Onca yalvarıp yakarmalarına karşılık bir kelime ses duymamış, bir kuple ilham almamıştı. O halde Allah’ın kendi kapısında beklettiği kullardan olamazdı. Sevdiklerine dahil olmak gibi bir durum yoktu yani…İlerleyen sayfalarda Mevlana buna da cevap verdi: “Senin ‘Ya Rabbim’ diyebilmen; Onun ‘Buyur Kulum’ demesinin ta kendisidir!..”

İş gene değişiyordu. “Rabbim” demek “Buyur Kulum” denmesi idi. Bu nasıl işti? Ayeti hatırladı: “Dua edin; icabet etmekteyim!”, “Beni zikredin ben sizi zikretmekteyim”

Mevlana ayeti tefsir ediyordu sanki…. Bugüne kadar ayetleri hep geleneksel bağlamda çevirmişlerdi. “Dua edin icabet edeyim” değildi. Doğrusu; “İcabet etmekteyim” şeklinde geniş zaman olacaktı ifade. O zaten her an yeni bir şanda icabetini sürdürüyordu. Onda bir kesinti yoktu. İş; dua ederek sürece katılmak, daha doğrusu o akışın zaten an be an içinde olduğunu fark etmekti… “Zikredin, zikredeyim “ demiyordu ayet. “Beni zikredin ben sizi zikretmekteyim” idi doğrusu. Her an süren evrensel tesbihata, ilahi zikir korosuna katılmaktı mesele. Onu hissedebilmek, iliklerine kadar duyabilmekteydi bütün sır.

“Davut (as) evinin penceresini açar, dağların, kuşların, derelerin zikrine katılır” yazıyordu Peygamberler Tarihi. Zihninde ışık yandı. Ya Huuu evinin penceresini açıp dışa doğru zikre katılmak değildi. Anlatılan, baştan ayağa mecazdı…

Ev; gönlümüzdü… Hüner; asıl Kâbe’nin bulunduğu gönlü tüm mahlukatla birleştirebilmek, âlemle barışabilmek, kendini başkaları kavramından, ayrılık- gayrılıktan kurtarıp birliği hissedebilmekti… Davud (as) onu yapıyor, onu yaşayınca da kulluk zırhını giyinip, ilahi kudretin kendinde açığa çıkışını seyrediyor, nefsin hegemonyasına kılıç vurup, Halifetulllah sırrıyla özünün, egoya hükümran oluşunu zevk ediyordu… Zırh da, Krallık da, Doğanın Korosu da serâpâ mecazdı. Mecazlarda boğulmaktan neler çekmişti meğer?..

İçine doğan manaya hayran oldu… Şimdi bir ilahi dinlemenin tam sırasıydı. Yok yok önce Kur’an dinlemeliydi… Sudeysi’den Abdüssamed’e, İsmail Biçer’den Kâni Karaca’ya Kur’an bülbüllerinin şakımalarına verdi kendini ayet ayet, sure sure... Cennet bahçesindeydi artık… Dua algısı da, yönelişi de değişiyordu…

Kur’an’ dan sonra biraz da ilahi giderdi hani… Mustafa Özcan Güneşdoğdu’yu çağırdı önce… EY RAHMETİ BOL PADİŞAH CÜRMÜM İLE GELDİM SANA diyecekti Mustafa. Sonra Sami Savni Özer’i çağırdı. SEVDİM SENİ MABUDUMA, CANAN DİYE SEVDİM diye aşkını ilan etti Sami ağabeyin dilinden… Gecenin assolisti Ahmet Özhan’dı. Derviş gönüllü Ahmet ağabey de kırmadı, davete icabet etti. Önce sema rayihaları saçıldı gönlüne…

DİNLE SÖZÜMÜ SANA DİREM ÖZGE EDADIR

DERVİŞ OLANA LAZIM OLAN AŞK-I HUDADIR

SEMA SAFA, CANA ŞİFA, RUHA GIDADIR

SEMA SAFA, CANA ŞİFA, RUHA GIDADIR

Sonra bir Bektaşi nefesine geçti:

GÜZEL AŞIK, CEVRİMİZİ ÇEKEMEZSİN DEMEDİM Mİ?

BU BİR RIZA LOKMASIDIR YİYEMEZSİN DEMEDİM Mİ?

Cevr ü cefa deyince hüzün kapladı içini. Az çekmemişti hayattan. Sınavlar peş peşe geliyordu. İmtihanın ardı arkası kesilmiyordu. “İmtihan, sana değil; sendendir!.. İmtihanla kendi potansiyelini görür ve sonuçlarını yaşarsın!.. Fitne yani imtihan, senin, ilminle ne derece yaşabildiğini fark etmen içindir!.. Sanma ki imtihan, başkalarının seni mükafatlandırması ya da cezalandırmasıdır!..” diyordu ehli. Tamam, kabul etmişti bu gerçeği ama dayanmak da zordu be birader… “Sabah ola hayrola” deyip uykuya çekildi.

Sabah uyandığında Kesret âlemine girecek, dış dünyaya katılacak, yine sorunlar yumağının içinde bulacaktı kendini… Gece maneviyata kanatlanmak güzeldi de bir de sabahı vardı işin. Her kulun kendi gerçeği vardı. Onunla yüzleşmek kolay değildi… Mevcut sorunların yine üstüne çullanışını seyrediyordu. “Hiç bitmeyecek mi?” derdi bazen. “Ya Huuu az bıraksa, az nefes alsam da sonra sürse, olmaz mı?.”.

Bu sorular gene esfele, alt boyutlara, emmareye çekiyordu. Çıkmalıydı buradan. Olana razı olmak şarttı. Ama olabiliyor muydu? Görüştüğü bir dosta halini biraz anlattıktan sonra ”OLANA RAZIYIM” dedi.. O dost cesur bir gerçeği serdi gözlerinin önüne: Kendini kandırıyorsun… Razı değilsin… Tahammül etmekle razı olmayı, katlanmakla hoş görmeyi karıştırıyorsun sen!..

Fena halde bozuldu bu sözlere. Kendinden yaşça da küçük olan biri bunları söylemişti. Mırıldandı: “Ukala şey ne olacak?... İki kitap okuyan, üç kavram ezberleyen kendini tasavvuf uzmanı sanıyor!” Ondan ayrıldıktan sonra söylenenleri düşündü. RIZA İLE TAHAMMÜL aynı şey değildi. Tahammülde çirkin ve bela gördüğüne katlanma vardı. Katlanma olan yerde rızadan söz edilemezdi ki!?.. Gerçekten razı olsa, başında olanı dile getirmekten, “Ben de bu aralar sınavlar yaşıyorum” demekten kaçınırdı. Bunları dile dökmek; Allah’ı kula şikayet etmek gibi fena halde edepsizlik kokuyordu hem…

Kızdı, ukala dedi ama galiba delikanlı haklıydı. Nasıl geçecekti rızaya?.. Nafileler; Allah’a yakiyn vesilesiydi. Ama nedense fazlaca nafilesi yoktu. Başladığı zikirleri dahi istikrarlı biçimde sürdüremiyor, bir süre sonra bırakıyordu. Oysa duada ısrar etmek, hedefe

kilitlenmek esastı. Olaya farklı bakan bir başka dosta uğradı:

- Üstüme hüzün birikti, derdim çok fazla. Belalar da akın ediyor. Ama hamdolsun diyorum. Malum belaya hamdedilir, nimete şükredilir

Dostu bastı kahkahayı: “Şükürler olsun, demelisin. Ne mutlu ki belan var!”

Ona da kızacak oldu, kızamadı. Bu kahkaha, belli bir fark ediş ve eminlik yansıtıyordu.

Dinleyecekti: “Mübarek olsun. Belan olması ne kadar güzel. Şükret, şükret!”

Devam etti:

- Dua, zikir sen ne önerirsin?..

- Öneririm de, yapamazsın sen!

Sanki damarına basıyor, yapma azmini körüklüyordu bu sözler.

- Yaparım dedi..

- Görürüz.

Ondan ayrılırken kendine sordu:”İlla birinden öneri mi lazım? Elde onca kitap ve doküman var. Kendimi disipline edemez miyim?” Kafaya koydu. Bir süre uzlet, biraz sessizlik, biraz oruç, yoğun zikir çalışması yükledi kendine. Hepsini yaptı. Geceleri hiç okumadığı kadar Kur’an okuyor, gündüzleri zikri elden bırakmıyordu. Süreç bir haftayı doldurmuşken gene aynı soruyu sordu nefsi: N’oldu?... Ne değişti ki?.. Dert aynı dert, bela aynı bela!..

Bu sorularla zihni çalkalanmaya başladığı dönemde ruhsal dinginlikle alakalı bir eserdeki şu cümlelere takıldı farklı: ”Kendinize dışarıdan bakın… Baskı yaşayan siz değilsiniz, özünüz değil; bedeniniz, nefsiniz… Sakın baskıyı içeri almayın, rol yapan birini seyreder gibi, gölgenize bakar gibi kendinizi dışarıdan seyredin…”

Hoppalaaaa!.. Ya Huuu ne dışarısı, basbayağı ben yaşıyorum bunu, nasıl dışarı çıkarım ki?..

“Astral seyahat”, “Ruhen uruc” gibi söylemleri bazı ruhçu disiplinlerden duymuştu. Ama yapamadığı bir şeydi bu. Denese miydi?.. Hem “Bela yaşayan özün değil, bedenin” cümlesi de aklına yatmıştı hani. İleriki günlerde öyle yaptı. Kaygı üretmeden, tedirginlik yansıtmadan gelen baskıyı ben buyum, halim bu, diyerek göğüslüyordu. Sorunlar boğuverecek sanırken hafif hafif genişlik geliyordu. Sorun aynı kalsa da acı yoktu artık. Kabul vardı sadece…

***

Bir gün tamamen tükendiğini hissetti. İdama giden mahkûm gibiydi artık. Karar çıkmış, imzalar atılmış, iş infaza kalmıştı. Ama gene de dışarıdan bakacaktı. Ümidi, rızayı elden bırakmayacaktı. Allah’ın fazlı genişti. Dilediğine dilediği genişliği vermek Ona aitti.

İstek ve beklenti düşmüş, sadece “Yapması gerektiği için yapmak” noktasına gelmişti. Yılgınlık yoktu. Karamsarlık da. “Sana vermezzzz” diyen şeytan susmuştu. Tuhaf bir dinginlik vardı.

Bir sabah uyandığında “Her şey bitti artık” diyordu içinden. “Her şey bitti. Sınıra geldim, ya batış ya da mucize bir ayağa kalkış”. Mucize de beklemiyordu aslında. İşe gitti. Az sonra telefonlar gelir, istekler, sıkıntılar, baskılar sıraya dizilirdi yine…”Başlasın ne olacak, canımı alacak değiller ya, durum bu kardeşim derim”, diyerek cesaret verdi kendine… Tükendim diyordu. Bütün kapılar kapanmış, beklediklerinden de hayır çıkmamıştı. Çıplak, çaresiz, yalnızdı. Uçsuz bucaksız bir çölde gibi… Her şeye açıktı artık. Ne olacaksa olacaktı.

Öğleye doğru gelen bir telefon, istek ya da baskı içermiyor, yeni bir çıkış kapısı öneriyordu. Üzerine birikeni hafifletecek bir öneri idi bu… Bir an tereddüt etti: “Bu ana kadar hep Allah’a dayandım. Şimdi bu teklife evet dersem acaba boyut mu düşerim, acaba dualarım boşa mı gider” diye hayıflandı.

Birlik aklına geldi. Kul, Allah’tan ayrı mıydı ki?.. Allah izin vermese bu öneri gelir miydi? Tereddütleri yendi ve “evet” dedi… Bir an, geniş bir kapı açılmış, aylardır biriken baskı hafifleyivermişti… Şaşkındı… Ne diyeceğini bilemiyordu… İki rekât şükür namazı kıldı.

***

İçinde bir yerlerde bir başka soru canlandı bu defa:

- Duada hedef bu mu? Daraldım, genişledim… Bekledim, aldım. Duayı bırakacak mıyım alınca? Ya da duadan maksat; sadece genişliğe ermek mi?.. Ermesem dua etmeyecek miyim?... Sinmiyor içime… Çalıştım, kazandım der gibi.. Sanki ticaret yapar gibi.. Sanki Allah’la alış- veriş eder gibi.. Sinmiyor, başka bir yönü olmalı.. Duanın asıl ruhuna varmalıyım…

Dosttan Dosta kitabını incelerken karşısına çıkan vecize ile irkildi:

Halini Allah’a arz et! Şayet o senden habersiz ise!..

Bütün devreleri alt üst oldu. Düşünemez olmuştu. Allah kuldan habersiz olur muydu hiç?.. O halde dua; halini ona iletmek de değildi. “O zaman nedir bu duadaki asıl sır, Rabbim n’olur yardım et, beynim çatlayacak” diye söylendi…

Sorular içini kemirse de teslimiyetle devam etti çalışmasına. Gevşeklik göstermedi. Nasılsa cevap Hakk’ın bir mahallinden gelirdi. Soruya iyi yoğunlaşıldığında cevabın nice suretlerle önüne geldiğini defalarca deneyimlemişti. Yine gelirdi mutlaka.

O akşam Kur’an’ı açtı rast gele. Bunu zaman zaman yapar, her seferinde o an içinde bulunduğu halin cevabını bulurdu ayetlerde… Kur’an’ın 4. büyük suresi; Nisa Suresinin 103. ayeti geldi önüne: İnnessalate kanet alel mu’mınıyne kitâben mevkûtâ…

Ayeti bugüne kadar hep şöyle çevirmişlerdi: NAMAZ; VAKİTLERLE YAZILMIŞ, VAKİTLERLE GEÇERLİ BİR FARZDIR… Ama asıl ifade SALAT idi… Salat ise sadece namaz değil, duadan namaza tüm ibadetleri içine alan bir haldi. Yeniden tercümeler, tefsirler karıştırdı. Ve şu cümleye vardı: SALAT-DUA; VAKİTLERLE GEÇERLİ, VAKİTLERE BAĞLI BİR FARZDIR.

Tamam ama bu ne demekti?.. Nicedir görüşmediği bir zata uğrasa ondan mutlaka bir cevap çıkardı. O randevularını namaza endeksler, cep telefonu kullanmaz, “Beni arayan, vakit namazlarında mahalle camiinde bulur” derdi. Öğle namazında yetişti camiye. Namaz sonrası elini öptü. Hal hatırdan sonra ayaküstü açtı durumu. O zat;

- Ateş almaya mı geldin?.. Dur hele bir çorbamızı iç, dedi.

Acelesi vardı, ama davet büyükten gelmişse icabet mutlaka şarttı. Mazeret öne sürmek de edepsizlik olurdu şimdi. Birlikte lokantaya geçtiler. Orada açtı soruyu:

- “Salat; vakitlerle geçerli bir farzdır, vakitlere bağlıdır” ayetini düşündüm de çözemedim. Duanın vakte bağlı olmasında apayrı bir sır var gibi ama ne?..

O zat böylesi derin soruları basitleştirir, tereyağından kıl çeker gibi açıklardı:

- Salatı en basit anlamı ile namaz diye düşün…

- Evet!

- Öğle vakti gelmeden, ezan okunmadan, öğle namazı kılabilir misin?..

- Kılamam, olmaz ki!

- Dua da vakitle geçerli!

- Tamam da bu ne demek?

Çorbasından birkaç yudum alan zat acele etmeksizin devam etti:

- Kaç aylıksın sen, eminim dokuz ay beklememişsindir, yedi aylıksındır!

Acelesi yüzüne vurulsa da espri iyi gitmişti hani… Sustu… Zat devam etti.

- Ezan okundu öğleyi kıldık. Menfaat bekleyerek mi camiye gittik?

- Haaa şaaa.

- Niye kıldık?..

- Vakti geldi kıldık. Beklentimiz yok, Kulluğumuzu yaptık…

- Güzel… Şimdi bunu duaya uyarla!..

- Nasıl yani?..

- Namazı nasıl vakti geldiği için kılıyorsan; duanı da vakti geldiği için yapacaksın!!!

- İyi de burada ne mesaj var?..

- Lafın hepsi aptala söylenirmiş..

- Öyle değil, abdala söylenir. Kul olana söylenir..

- Tamam kızma, anlatalım… Çaylar gelsin hele…

Çaylar geldiğinde vakit konusu açılıyordu.

- Bak şimdi… Nasıl ki namazı sadece vakti geldiği için kılıyorsan, kulluğunu icradan başka gayen yoksa, duan da öyle olacak!

- Yok zaten…

- Var, kandırma kendini. İstekler var, şuur altında arzular var, acı görüp beladan çıkış isteği var. Hatta gizli şikâyetlenme bile var…Var oğlu varrrrrr.

- Evet duada gizli şikayet gibi tehlikeli bir girdabı M .Irmak’ın yazısı ile öğrenmiştim.

- Gizli şikâyetle kalsa gene iyi, bazı dualarda halimizi kabullenememe, hatta isyan var, isyan!

- Aboooo! Haksız değilsiniz, evet var. “Vakte bağlı” konusuna dönersek?

- Dönelim… Yağmur Duası niçin yapılır?

- Yağmur istemek için..

- Avamın bakışı o… Avam ister… Ayeti hatırlayarak cevap ver.

- Kuraklık olur, vakti gelir, yağmur duasına çıkılır.

- Öyleyse şunu anladık; yağmur duası; yağmur istemek için yapılmaz, kuraklık vakti girdiği için, tıpkı ezanla vakti giren namaza durur gibi yağmur duasına çıkılır!

- Muhteşem bir şey buuuu, dedi…

Zatın nûrâni çehresine değişik bir ışık ve gülümseme yayıldı.

- Şimdi çöz, duada olmamız gereken hali. Bak ipucunu verdim yağmurla.

Bir an düşündü. İçi titriyordu. Bugüne kadar öğrendiklerinin haricinde, duanın yeni bir boyutu ile tanışmanın ürpertisi kaplamıştı her yanını. Sesi titreyerek konuştu:

- Derdim olduğunda çare talebi ile dua etmeyeceğim. Çare Duasının vakti geldiği için dua edeceğim. Borcum olduğunda ödeme talebi ile dua etmeyeceğim, borç duasının vakti geldiği için dua edeceğim. Sıkıntıdan çıkmak diye bir beklentim olmayacak, sıkıntı vakti; onun duasının geldiği vakit diye dua edeceğim..

- Güzel… Çözdün ama bir sır daha kaldı..

- O ne?..

- Ayette düğümlü o sır… Kitâben ve Kânet kelimelerinde… Düşün, bulacaksın…

- İNNESSALATA ( Şüphesiz Salat) KÂNET( Oluşur, Farz olur, Zuhura çıkar) ALEL MU’MINIYNE (İman edenlere) KİTABEN MEVKUTA (Yazılmış, çizilmiş vakitler olarak)

- KÂNET fiili; KEVN-TEKVİN kelimelerinin kökü. Kevn; Yaratma! Kün fe yekun de KANE den aslında…Daha fazla söylemeyeyim, sen devam et.

Haşyet mi denirdi, korku mu denirdi, cezbe mi denirdi bilinmez ama başka bir dünyada idi şu an… Ağır ağır, düşüne düşüne yöneldi ayetteki asıl sırra:

- Kitâben; Yazılmış demek… Kaderin yazılması gibi… Hükmün icraya geçişi gibi… Kânet; dediğiniz gibi sadece farz olur anlamına değil, oluşur, yaratılır anlamına… Sırrı bulayım bir saniye…

-……………..

- Aaaaaa buldum galibaaaaa!…. Sadece vakte kilitlenirsem, beklentisiz, talepsiz sadece vakti geldiğinde yapmam gereken duanın hakkını verirsemmmm….

- Susssss… Tamam susss…

- Cümlem bitmedi…

- Sussss… Kalk git… İşine bak…

-…..

Lokantadan ayrılırken bulduğu şeyle hala titriyordu. Dile dökemedi. Gönle yerleşmişti ya, dile gelmese ne olurdu ki? Sustu. Eve dönerken mırıldanıyordu şiir okuyan çocuk neşesiyle:

Kitâben mevkutâaaaa! Binlerce şükür sanaaaaa!
Kitaben mevkûtaaaaa! Abd-i aciz hayran sanaa!

Life and People